20 Aralık 2017

Bir arayışın romanı

Geçen yılki okunacaklar listemde bulunan Deniz Kenarında Geyikler'le bu yılkinde bulunan Günah Keçisi'nden birini ya da ikisini birden almak üzere halk kütüphanesine gittim. Dışarıdan bakılınca hiç mi hiç belli olmasa da her zaman şanssız olduğumu iddia etmiş, iddiamda haklı olduğumu da savunmuşumdur. Nitekim kim bilir kaç bin kitabın bulunduğu kütüphanede almaya niyetlendiğim hepi topu iki tanesi de tamir için depoya kaldırılmıştı. Şayet o gün örneğin kütüphane görevlisiyle konuşan birine kulak misafiri olup da almak istediği iki kitabın da tamirde olduğunu duysaydım inanın çok şaşıracak, tesadüfün de böylesi, diye geçirecektim içimden, gelgelelim konu bendim ve, dedim ya, kendim dışında neredeyse hiç kimse bilmese de dünyadaki en şanssız insanlardan biriydim, velhasılıkelam hiç şaşırmadım. Eh, gelmişken başka bir kitap alayım bari diyerek raflar arasında dolaşmaya koyuldum ve gene geçen yılki listede yer alan Lizbon'a Gece Treni'ni görünce hemen alıp oracıkta okumaya başladım.
***
Raimund Gregorius İsviçre'nin başkenti Bern'de yaşıyor. Öğretmen. Evine yakın bir lisede eski diller dersi veriyor yıllardır. Türkiye'de kesinlikle bulamayacağınız türden bir lise öğretmeni; branşına büsbütün hakim, o kadar ki üniversite profesörlerini bile cebinden çıkarır. Olabildiğince tekdüze olan hayatı günün birinde bir tesadüfle ansızın değişir. 

İnsan zaman zaman tesadüflerin gerçekten tesadüf olup olmadığını sorgular. Tesadüf diye bir şey gerçekten var mıdır? Konuya felsefi pencereden yaklaşan var, dini pencereden yaklaşan var, kozmos meselesine giren var, evrende yalnız olmadığımızı söyleyip bizi küçük çocuklar gibi korkutmaya çalışan var, galiba konuyu psikolojik olarak ele alan bile var. Kitabın ilk bölümünü okuyunca üzerinde ilk durduğum mesele bu oldu. Gregorius'un başına gelen tesadüf gerçekten bir tesadüf müydü acaba?
*
Lizbon'a Gece Treni, Pascal Mercier
Gregorius günün birinde bir kadınla tesadüfen karşılaşır, sıradışı denebilecek bir-iki olay yaşanır, kadın göründüğü gibi sırra kadem basar ve Gregorius'un, yaşını başını almış, bileğinin hakkıyla herkesin saygınlığını kazanmış bu adamın hayatının akışı değişir. Bern'den Lizbon'a aktarmalı giden trene bindiğinde kendisi de henüz farkında olmasa da eski yaşamını bir kenara bırakmıştır bile. İlk bakışta kadından çok etkilenip onun peşinden gittiği izlenimine kapılır insan, fakat çok geçmez, aslında kadının değil de bu tesadüfler zincirinin bir halkası olarak eline geçen bir kitabın gizemli yazarının peşinde olduğu anlaşılır. Böylece kitap baştan sona bir arayışla geçer. En nihayetindeyse öğreniriz ki Gregorius aslında ne güzel bir kadını ne de gizemli bir yazarı arıyordur, bizzat kendisidir aradığı.

Kitabı okuyup bitirince, hayat nedir, diye soruyor insan kendine. Bir de şu: Bir hayat, sahibine ne kadar dahildir? Bir ad gibi midir mesela hayat, ya da yüzümüzün şekli gibi mi, gitgide bizimle bütünleşir mi? Yoksa bize ait ama bizim dışımızda olup biten bir şey mi? Cevabı uzakta görünen bir soru.

Gregorius'un yaşamı, kendi payıma, kesinlikle yaşanabilecek, sonuna kadar götürülebilecek bir yaşam. Bugün bana öylesi bir yaşam vaat edilse bir dakika bile düşünmeden kabul ederim. Ama işte, burada bitmiyor iş. Çiğ süt emmiş ya insanoğlu, üstelik bir de tercih diye bir illet verilmiş kendisine, yaşamını durmadan değiştiresi geliyor, ille daha fazlasını değil, fakat daha başkasını, daha farklısını istiyor. En azından içinde yaşadığımız dünyanın büyük bölümünde yaşayan insanlar için bu böyle. Romanın yarısından sonra hep sorduğum soru, Gregorius'un yaşamındaki eksikliğin ne olduğu, onu arayışa sürükleyenin ne olduğuydu. Cevabını bulamadım. İlk elden cevap gibi görünen bir-iki yüzeysel şey ortaya çıkıyor, fakat sonra anlaşılıyor ki değil. Her kim olursa olsun, hangi koşullar altında bulunuyorsa bulunsun, insan niye değiştirmek ister hayatını?
***
Günümüz insanının hayvandan pek farkı kalmamış görünüyor. Bunu ciddiyetle söylüyorum. Şöyle ki bir hayvanın gündelik yaşamı sabah kalkıp akşama dek karnını doyurmak, akşamdan sabaha kadar da dinlenmekten ibarettir. Geri kalan şeyler ayrıntılardır. Dünyanın başka yerlerinde hayat nasıl işliyor bilmiyorum, yaşamadan bilinmez, fakat kendi toplumumuza bakınca temel yaşama güdüsünün tam da böyle, hayvanlarınki gibi bir hal aldığını görüyorum. Arada tek bir fark var. Hayvan yalnızca o gün karnını doyurmanın derdindedir, yarını düşünmez, fazlasını da almaz. İnsansa hep daha fazlasının peşindedir. Gözünü doyuracak bir şey henüz bulunamamıştır. Hep daha fazlası istenince haliyle peşinden koşulmalıdır. İşte böyle olunca da sabahları dolmuşlar, otobüsler, metrolar, arabalar tıklım tıkış olur, insanoğlu işe gidiyordur, akşam gene aynı manzara. Bir yerde geçim derdi en önemli şey halini almışsa orada insan yaşamı hayvan yaşamının seviyesine inmiş demektir.

Bunları söylemekle maksadım nedir? Lizbon'a Gece Treni'ni okuyunca yaşamın böyle bir şey olmaması gerektiğini düşündüm ister istemez. Madem aklımız var, hayvanlardan üstün yönlerimiz var, o halde onlardan farklı bir yaşamımız da olmalı değil midir? Şu da atlanamayacak bir soru: İnsan neden yerinde duramaz? Gitme isteğinin altında yatan esas neden nedir? Ve de şu: İnsanı arayışa iten güdü tam olarak nedir?

Soru sorduran kitap iyi kitaptır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuzda bir web sayfasına bağlantı vermek istiyorsanız buraya bakabilirsiniz.

Yorumlarla ilgili notlar için buradaki sayfanın sonuna bakabilirsiniz.

Sayfa başına git