26 Haziran 2017

My Sigmund and Freud

Geçen İbrahim'le çarşıda karşılaştık ayak üstü. "Nereden böyle," diye sordu. "Dinsizin Hakkı'ndan geliyorum" dedim. "Nasıl yani," diye sordu bu kez şaşkınlıkla. "Bizim arkadaşlardan biri," diye sürdürdüm, "yeni bir mekân açmış, adını da Dinsizin Hakkı koymuş, oradan geliyorum işte."

19 Haziran 2017

Bugünlerde ruh halim

Bir ördek, suyu hiç sevmiyor, ancak öbür ördeklerin zoruyla suya giriyor.

Bir kedi, kasap dükkânlarının önünden geçerken burnunu tutarak bir an önce oradan uzaklaşmaya bakıyor.

Bir yavru leylek, annesinin ısrarlarına rağmen uçuş eğitimine çıkmıyor, oğlaklarla yürüyüşe gidiyor.

Bir kurt, koyunlara kendisini de oyuna almaları için yalvaran gözlerle bakıyor, koyunlar aldırış bile etmiyor.

Bir köpek, kulübesini iyi koruyamadığı için sahibinden yakınıyor.

Bir at, biri olsa da beni sırtlayıp otlağa götürse, diye içinden geçiriyor.

Bir kelebek, aynanın karşısına geçmiş, ne kadar çirkin olduğuna içleniyor.

Bir kartal, karşıdaki dağın başını merak ediyor.

Bir zürafa, daldaki yaprakları nasıl getirip yiyebileceğini düşünüyor. 

Bir horoz, sabahleyin kendisini uyandırsınlar diye kargaları tembihliyor.

Eksiği fazlası var mıdır bilmiyorum, bu aralar ruh halim bu.

14 Haziran 2017

Sırıksız Fasulyeler

Fasulye tarlasının yanından geçtiğimiz günü anımsıyor musun? Bir fasulye tarlası görmüş olmaktan çok, fasulye tarlası diye bir tarlanın olmasına şaşırmıştık. Beni sorarsan, o güne değin bir hayli tarla görmüşlüğüm vardı, en başta da buğday tarlası, gelgelelim bir fasulye tarlasının da olabileceğini düşünmemiştim hiç. Çünkü ben fasulyeleri hep evlerin etrafındaki çoğunlukla küçük bostanlarda, bahçelerde görmeye alışıktım. Kendim de az fasulye ekmemiştim hani. Bu denli çok fasulyenin bir tarlada bulunuyor oluşuna şaşırmak bir yana, yarın öbür gün tellerini uzatmaya başladıklarında hepsine yetecek kadar sırığın nereden bulunacağını da iyiden iyiye merak etmeye başlamıştım. İşte sırf bu merakım yüzünden seni ve elbette başkalarını kaç kez türlü türlü bahaneyle kandırıp oraya götürmüştüm, anımsıyor musun?

11 Haziran 2017

Van balığı, namı diğer inci kefali

Bu yıl havaların biraz geç ısınması balık göçünü de bir-iki hafta geciktirdi. Mayısın on ikisinde Balık Bendi'ne pikniğe gittiğimizde suda tek bir balık yoktu. Bunu suya bakarak değil, havaya bakarak anlamıştım. Suda hiç balık olmayışı, havada hiç martı olmayışından anlaşılıyordu zira. Geçen perşembe gittiğimizdeyse havadan bildiğin martı yağıyordu. Yalnızca hava mı, su da martılarla dolup taşmıştı.
***
Martılar ziyafet çekiyor.
Halk arasında inci kefali diye bilinen balığın –son yıllarda yapılan araştırmalarla– kefal değil, sazangiller familyasına dahil bir tür olduğu anlaşılınca adı Van balığı olarak değiştirildi. Ne var ki yıllar yılı kullanılmış olan inci kefali adının hemen tutulup atılmayacağı, daha uzunca bir süre kullanılmaya devam edeceği de aşikâr. Bilimsel adı Alburnus tarichi. Endemik bir tür, yani dünyada yalnızca Van Gölü havzasında yaşıyor. Bundan ötürü, adının Van balığı olarak değiştirilmiş olması gayet isabetli. 

Bizim Van denizinin sodalı/tuzlu suları canlı yaşamına elverişli değil. Balıklar akarsuların denize döküldüğü ağız kesimlerinde yaşarlar daha çok. Üreme mevsimindeyse yumurtalarını bırakmak üzere bu akarsulara göç ederler. Yani yavru balıklar denizde değil, akarsularda gözlerini açarlar dünyaya. 

Sularını Van Gölü'ne boşaltan on kadar akarsu var. Bunların hepsinde de Van balığına rastlanabilir. Bir başka deyişle, ilkbahardaki söz konusu göç bu akarsuların tamamından gerçekleşir. Fakat aralarında bir tane var ki balıkların göçü kelimenin tam anlamıyla bir görsel şölene dönüşür. Erciş'teki Deliçay'dır bu. Bu akarsuyu farklı kılan şey, tam göle döküleceği yerde, yani bura halkının deyişiyle Balık Bendi'nde sularının bir-iki metre yükseklikten dökülmesini sağlayan taşlık bir zemine sahip olmasıdır. Ufacık bir şelale gibi yani. Tabii, göçün görsel şölene dönüşmesinde dağlardaki karların erimesiyle suların coşmasının da büyük payı var. Milyonlarca balık sertçe akan bir suyun tersi istikametine gitmeye çalışır.
***
Balıklar o kadar çok ki atlayacakları yere geldiklerinde kocaman bir balık havuzu oluştururlar. O kadar ki suyun rengi değişir. Bazılarıysa, fotoğrafta görüldüğü gibi, kenarlara yığışır. Bunlar bir nebze şanslılar, çünkü suyun kenarlarındaki seyir teraslarında boyuna insanlar durup izlediği için martılar yanaşamıyorlar. Yoksa suyun içindekileri yakalamaya çalışmakla uğraşmaz, doğrudan buralara konar, karınlarını doyururlardı bir güzel. Geceleyin martılar eve gidiyorlar mıdır bilmiyorum, bildiğim, insanların gittiği. E, insanlar gidince meydan martılara kalıyor demektir. Fakat, diyorum ya, onların da eve gitmiyor olması koşuluyla. İnsanlar dedim de, bu yıl ramazandan ötürü Balık Bendi tenha sayılırdı, izlemeye gelenlerin sayısında geçen yıllara göre gözle görülür düşüş vardı. Eskilerde sadece Ercişlilerin bildiği bir doğa olayıydı bu. Son on yılda, internetin de etkisiyle, epey bir tanındı, büyük olasılıkla gelecekte daha da tanınacak.
***
Balık Bendi
Van balığının etinin tadına bakan yalnızca martılar değil. Biz insanlar da kendimizi bildik bileli yeriz. Tabii, tazesini sadece ilkbahar aylarında, bir-iki ay kadar. Buraya özgü bir yöntem olarak tuzlanıp kış için de saklanır. Geleneksel pişirme biçimi tandır. Bizim burada tandır kuyu biçiminde olur, bir metre kadar yere gömülü. Balık tandırın duvarına yapıştırılmak suretiyle pişirilir. Piştikten sonraysa tat versin diye çay kaşığıyla ağzından tuzlu su verilir. Bazıları tandıra iyi yapışması, düşmemesi için cıvık bir hamura bandırır, biraz kuruyup yapışkan hale gelmesi içinse genişçe bir tepside ya da ekmek tahtasında bir saat kadar güneşte bırakır. İşte kedilerle saksağanların gelip bunları götürmemesi için de çocukluğumuzda başına bizi koyarlardı. O zamanlar sıkıcı bir işti haliyle, işin yoksa bir saat boyunca balıkların başında bekle, gelgelelim şimdi nasıl da özlüyor insan o günleri.
***
Etinin tadı orta karar. Deniz balığı yemeye alışkın birine çok da lezzetli gelmez. Bunun nedeni tahminimce yaşam ve beslenme alanının dar olması. Nasıl ki okyanusta yaşayan somon iç denizlerde yaşayandan daha lezzetli, açık denizde yaşayan çoğu balık da bizimkinden daha lezzetli. Ama, dedim ya, bu yalnızca bir tahmin. Deniz dedim de, acaba bunu götürüp denize bırakan, orada yaşayabilip yaşayamadığını deneyen olmuş mu, merak ettim şimdi?

Sözümü burada bitireyim artık. Bakmak isteyenler için birkaç yıl önceden kalma fotoğraflar şurada. Bu yıl çektiklerimdense dokuz videoluk bir oynatma listesi hazırladım:

 

9 Haziran 2017

Kuşumuz Öldü

Kuşlarımızdan söz etmiştim burada (ve burada). Birkaç ay önce ikisinden biri gitmiş, öbürü yalnız kalmıştı. O zamandan beridir de yalnız yaşıyordu. Biz de pek üzerinde durmadık doğrusu. Biz insanlar böyleyizdir aslında, galiba doğamız bu, yalnızca kendimizle ilgileniyoruz ya da ilgilenemiyoruz, öyle bir şeyler işte. Geçenlerde üzüldüm kuşcağızın bu haline, yanına bir arkadaş almaya karar verdim. Kuşçuya gidip meseleyi açtım, bizim bir hintbülbülümüz var, yanına bir arkadaş lazım, dedim. Cinsiyetini bilmiyordum kuşlarımızın. Serçelerin dişi mi erkek mi olduğunu bir günlük yoldan anlayabiliyorum, çocukluğumun kazanımlarından biri, gelgelelim çocukluğumda hiç hintbülbülü görmediğim için cinsiyetlerini de anlayamıyorum. Getir bir bakayım, dedi kuşçu. Zaten dükkânında epey hintbülbülü de var. Getirmeden fotoğrafını çekip göstersem anlar mısın, diye sordum, büyük ihtimalle anlarım, dedi.

Kuşun birkaç fotoğrafını çekip ertesi gün götürdüm. Kuşçu bakar bakmaz, bu ispinoz, dedi. Haydaa, diye geçirdim içimden. Zira ispinozla hintbülbülünü aynı biliyordum. Meğer akrabaymışlar ama aynı kuş değilmişler. Dükkândaki hintbüllüllerine bakınca da oracıkta anladım bizimkinin önceki arkadaşlarının da hintbülbülü olduğunu. Yumurtladıkları halde niçin üremediklerini de.

Bizim buralarda bulamazsınız bundan, dedi kuşçu. Pek tutulmuyorlarmış nedense. Şehirde başka kuşçu olup olmadığını sordum. İki tane daha varmış. Onlara da sormaya karar verdim. Bulursam ne âlâ, bulamazsam gelip bir hintbülbülü alacaktım. Gittim sordum, sahiden de yokmuş. Ertesi gün gene gelip kuşçuyla konuştum. Çare yok, hintbülbülü alacağız, dedim. İstersen kuşu getir, bir gün kalsın burada, ona uygun bir arkadaş ayarlayayım, diye önerdi. Tamam, dedim ben de. Yarına götürüp bıraktım kafesi kuşçuya. Akşama gittim. Kuşçu bana ispinozu ona bırakmamı, onun yerine birini takasa saymak üzere iki hintbülbülü almamı önerdi. Mantıklı geldi. Geldi gelmesine ama ablama sormadan bunu yapamazdım. Evet, evin kuşlarıydı ama en çok ablam sahipleniyordu onları. Aradım, cevap vermedi. Bu ikisini şimdi eve götürürüm, meseleyi de ablama söylerim, kabul ederse eder, etmezse yarın gelir bizim kuşu da tekrar alırım diye düşündüm. Kuşçuya da benden haber beklemesini söyledim. İşin aslı, sormama gerek de yoktu, ablamı tanırım ben. Yaygarayı koparacağını biliyordum. Yanılmadım da. Yarın getireceğimi söyleyip bir şekilde durumu kurtardım. Sabah gittim kuşçuya. Bizim kuş inşallah duruyordur, dedim. Maalesef, dedi. Ölmüş hayvancağız. Üzüldüm. Yerini mi yadırgadı, evi mi özledi, bilmiyorum. İyi bir kuştu. Kafesinde kendi halinde yaşıyordu. Yem kabuklarını etrafa saçışını zarardan saymak ayıp olur, kimseye bir zararı yoktu. Mekânı kuş cenneti olsun.

Öldüğünü öğrendikten hemen sonra, elbette biraz da korkarak, ablamı aradım. Kötü bir haberi bekletmenin yararı yok. Hem er geç öğrenecek. Kuş ölmüş, dedim ablama. Kızdı etti. Ben sana demedim mi yarını bekleme, akşamdan git al getir diye, dedi. Bereket versin, telefonla konuşuyorduk, yüz yüze olsaydık hiç çekilecek hal değildi yani. Bana inanası da gelmiyordu, neyse ki içinde bulunduğumuz ramazandan söz edip yemin edince inanır gibi oldu. Ablam dindar bir insan. Onu teskin etmek için dini bir ağızla konuşmanın faydalı olacağını düşünerek, her can ölümü tadacaktır, dedim ciddi bir sesle.

O gün akşam arkadaşlara gittim. Ertesi gün, yani dün akşam eve gidince ise ablamın hiç ses etmediğini görüp biraz şaşırdım. Tamam, üzerinden geçen bir günde biraz alışmış olması olağandı ama ben hiç ses etmeyişini de yadırgadım. Belki de bu yeni iki kuşun varlığı onu biraz avutmuştur diye yordadım. Fakat mesele bugün tam açıklığa kavuştu. Öğleden sonra kuşçuyu gördüm. Ablam kuşa çok üzüldü, dedim. Evet, dedi oda, neyse ki kuşun ölüsü bahçede bıraktığım yerde duruyordu da aldı götürdü, dedi. 

 Ablam dükkânın yerini sorup öğrenmişti benden. Meğer dün kalkıp gelmiş, kuşun öldüğünü teyit ettirmiş, ölüsünü de alıp gitmiş. Bizim bahçeye gömmüş. Akşam eve gidince bana bir şey dememiş olmasının nedeni buymuş.
***
İki gündür yeni kuşlarımıza isim düşünüyorum. Önerilere açığım. Şu anda ben bu yazıyı yazarken yan bahçedeki ağaçların içinden kuş sesleri geliyor.

Günün birinde bizler de kuşlar da, hepimiz ölmüş olacağız.

1 Haziran 2017

Durgun dağ

Bir düşün, dağ dediğin yüzyıllar boyunca, binyıllar boyunca, milyonlarca yıl boyunca olduğu yerde durur, durur ha durur. Bir bulutsa kayıtsızca, belki koca dağın orada olduğunun ayırdında bile olmadan üzerinden süzülür gider. 
Dağ o esnada ne düşünür acaba?
Sayfa başına git