16 Aralık 2016

İlk kar

Yılın ilk karı yağdı bugün. İki santim kadar. Çıkıp biraz dolaştım. Birkaç gündür ayaz vardı, özellikle akşamları insanın yüzünü kesecek derecede kuruyordu soğuk hava. Kar gelince biraz yumuşattı haliyle. Gölde kimsecikler yoktu. Bekçiler bile görünmüyordu ortalıkta. Belli ki herkes evine kapanmıştı.


Gölün yüzeyi donmuş. Buzun üzerine kar da yağınca güzel bir görüntü çıkmış ortaya. Hayvanları aradı gözüm. Özellikle de sakarmekeleri (artık adlarını da öğrendim, kullanıyorum ne güzel). Çünkü onlar gölün her yerinde dolaşıyorlar, mesela kazlar gibi yalnızca sazlıklarda takılmıyorlar. Gözüm onları aradı ama yoktular. Gölün fotoğraflarını çekerek ilerledim. Saksağanlar uçuşup duruyorlardı etrafta. Bu saksağanlar her mevsimin kuşlarıdır, aynı zamanda çocukluğumun kuşları, ne çok severim onları. Hep söylemişimdir, resim çizebilseydim en çok saksağan yapardım herhal.

Saksağanlar da kedi gibi, adamı hiç umursamıyorlar. Gelip yakınıma konuyorlar, tam fotoğraflarını çekeceğim, uçup gidiyorlar.

saksağan
Pamuk Prenses ve yedi cüceler

İleride, çimenliklerin orada güvercinler toplanmıştı. Bir şey yiyorlardı, birileri yem atmıştı galiba. Ankara'da da o kadar çok güvercin var ki... Bir de Pamuk Prenses, cücelerini etrafına toplamış eğlendiriyordu. Önlerinden onca yürümüşlüğüm var, ilk defa dikkatimi çektiler. Herhalde kar yağınca daha bir belirgin oluyorlar.

sakarmeke
sakarmeke

Gölün sakinleri hep öte taraftaki uçta, sazlıkların orada toplaşmışlar. Ördekler, kazlar, sakarmekeler... Güvercinlerle serçeler de oradalar. Demek ki soğuk havada burası onların sığınağı. Ayrı takılan birkaç ördek halinden memnun görünüyordu. Buzların altını gagalayıp bir şey yiyorlardı, ne olduğunu anlayamadım. Doğa insanı hayrette bırakıyor. Bu soğuk havada buz tutmuş suyun içindeki hayvanlara bakınca insanın içi titriyor. Belki onlarınki de bizim yaşamımıza bakınca titriyordur, kim bilir.

Kuşları videoya çekerken baktım kazlar birden tıslamaya başladılar. Bir çift, elinde bir poşetle onlara doğru yaklaşıyordu. İçinde yem olduğunu her nasılsa anlayıp sevinçle bağırmaya başlamışlardı. Adamla kadın yemi verince sudaki ördekler, dallardaki güvercinlerle serçeler de gelip kazlara katıldılar, çabucak bitirdiler, sonra herkes yerine döndü.

güvercin
güvercin

Gölün korkuluğuna konmuş bir serçe ben oradan geçince uçtu gitti. Birkaç adım yürüdükten sonra döndüm. Serçenin ayak izlerini merak etmiştim. Hemen arkasında da gölün üzerindeki karda bir sakarmekenin ayak izleri vardı. O da tuhaf, yüzüyor ama ayağı perdeli değil. 

Gölün etrafında dura dura, hayvanları izleye izleye bir saatte dolaştım. Bir tur daha atasım vardı da nedense evin yoluna koyuldum. Yolda bizim köyün kışını, manzaralarını özledim.

15 Aralık 2016

Bugünlerde

1 Aralık

Dün epey yürüdüm. Sıhhiye'den Kurtuluş'a, Kurtuluş'tan Kızılay'a, oradan Kavaklıdere'ye, oradan da gene Kızılay'a. Sabah evden otobüs durağına, akşam metrodan eve, onları hiç saymıyorum. 

İlber Ortaylı Sıhhiye'ye gelip bir konuşma yapacakmış. İyi, dedim, ne kadar televizyon konuşması varsa izlediğim, daha doğrusu, dinlediğim adamı canlı olarak da gidip dinleyeyim. Bugüne dek bir kez canlı dinlemiştim. On-on iki yıl önceydi, genişçe bir salondu ve oturduğum yer de gayet rahattı. Dünse, bırak rahat bir oturma yerini, salona bile giremedim. Tıklım tıklımdı. İğne atsan, mecazen filan değil, gerçekten yere düşmezdi. Hacettepe Üniversitesi Kültür Merkezindeydi. Kapıda kimlik de soruluyordu, galiba yalnızca Hacettepelilere açıktı ama görevli efendi bir adamdı, kendi kimliğimi gösterdim, ses çıkarmadı, girdim. Girmesine girdim de kalabalık bildiğin gibi değil. Gelenlerin neredeyse tamamı genç, gözlemlediğim kadarıyla çoğu Hacettepe öğrencisi. İlkin salona girmeyi denedim, güç bela girmeyi becerdim de. Gelgelelim içerisi dışarısından da beterdi. İçeri girmiş olmama rağmen İlber Ortaylı'yı göremedim, düşünün. Önümdeki bir milyon kafa görmemi engelliyordu çünkü. Girdiğim gibi çıktım. Fuaye alanına ekran konmuştu. Pek yüksek olmadıklarından ötürü onlardan bile göremedim. Tek yapabildiğim, ayakta dikilip dinlemek oldu. Eh, zaten ben de tam olarak bunun için gitmemiş miydim? Çok uzamadı konuşma, bir saat kadar sürdü.

İyi bir gözlemci olduğumu çok kez söylemişimdir. Dün gözlem için epey malzeme vardı orada. Çocukların büyük çoğunluğu İlber Ortaylı'nın fotoğrafını çekmeye gelmişti. Onlara bakınca merak edip durdum: neden? Google'a soyadını yazmaya bile gerek yok, yalnızca İlber yazdın mı milyon kadar fotoğraf zaten çıkıyor. İnsanlar kendi elleriyle çekince bir tür tatmin mi oluyorlar, nedir? Bilmiyorum hakikaten.

Herkes fotoğraf çekmeye gelmemiş elbette. Belli ki çoğu kişi de bir ünlüyü görmeye gelmiş. Bu kişi İlber Ortaylı gibi Türkiye'de ana haber sunucularından sonra en çok televizyonda görünen kişi değil de başka biri olsaydı hiç kuşkusuz salon dolmazdı bile. Artık iyice bilinen bir gerçektir, Türkiye'de akademik toplantılara mecburen katılanların dışında neredeyse hiç kimse gitmiyor. Demek istediğim, insanlar İlber Ortaylı'nın ne söylediğiyle pek de ilgili değiller, onu görmeyi daha önemsiyorlar. Konuşma bittikten sonra kapıya yönelen üç gençten biri öbürlerine, "Ya, çok bilgili bu adam yaa!" diyordu. Yalnızca bu örnek bile dediğimi bir güzel desteklemiyor mu? Çok bilgili, dediği kişi ömrü boyunca elinden kitap düşmemiş, Chicago Üniversitesi'nde okumuş, kim bilir kaç arşivde ne kadar zaman harcamış, birkaç dil bilen İlber. Ama sanırsın sınıf arkadaşından söz ediyor. 
***
Konuşma bitince çıktım. Kalıp Ortaylı'nın sorulara verdiği cevapları da dinlemek isterdim de işim vardı. Kurtuluş'a yürüdüm. İşlerimi gördüm. Akşam üzeriyse gene yürüyerek Kızılay'a gittim. Aze'yle buluştuk. Gezici Festival mıydı, adını hatırlayamadım, onun kapsamında Zeki Demirkubuz'un yeni filmi Kor'un gösterimine bilet almışlardı Saniye'yle. Karanfil'de kahve içip oraya, Çankaya Belediyesi ÇSM'ye yürüdük. Ucu ucuna yetiştik. Burası da kalabalık sayılırdı fakat Sıhhiye'deki kadar değil. Salon dolu olmakla birlikte ayakta pek kimse yoktu.

Zeki Demirkubuz Masumiyet'i, Kader'i, Yazgı'yı çeken bir yönetmen olduğu için insan ister istemez şu beklenti çıtası dedikleri şeyi yüksek tutuyor. Geçen yılki Bulantı'yı da, bu yeni Kor'u da, mesela adı yeni duyulan bir yönetmen çekmiş olsaydı, çok güzel filmler derdik. Fakat ben ikisini de Zeki Demirkubuz sineması içinde vasat buldum. Gösterimden sonra Demirkubuz'la söyleşi de yapılacak denmişti. Film bitince çıktı, yirmi dakika kadar gençler sordu, o da yanıtladı, ardından salon dağıldı. Biz de Kızılay'a yürüdük.

14 Aralık 2016

İbrahim'le Vıladimir'in ilk karşılaşması

İbrahimlerin kasabasıyla Vıladimirlerin kasabası bakışıyorlar. Arada denizin dar uzantısı var. Epeyce uzantı yani. Bunlar güya komşu iki kasaba, gelgelelim ne öteki komşu kasabalara benziyorlar ne komşu köylere, hatta ne de komşu şehirlere. Bunca yakın olmalarına rağmen birinden öbürüne gitmek için deniz uzantısının taa ucundan dolaşmak gerekir. Birine öbüründen gelen herkes illaki içinden geçirmiştir: "Yakın duruyor, meğer ne uzakmış!" 

Kış gelince kıyıların donduğu hep görülen bir şeydi. Çocukların üzerinde akşamlara kadar oynadığı da. Fakat o yıl çok farklı bir şey oldu. Her iki kasabanın yaşını başını almışları bile bunu ilk kez olarak gördüklerini söylediler. Denizin bu iki komşu kasabayı birbirinden ayıran uzantısı olduğu gibi dondu.

Karşı kasabaya denizin üzerinden yürüyerek geçmeyi düşünen ilk kişi, kasabaların birinden İbrahim, öbüründense Vıladimir oldu. Sabahın erken saatinde, iki kasabanın tam ortasında, denizin üzerinde karşılaştılar.

9 Aralık 2016

Kendini bir hırsız gibi hissetti

Dan çenesinin ıslandığını hissetti. Aman tanrım, Mona'nın göğüslerinden bir şeyler damlıyordu. Kızın göğüslerini ısırıp kanatmış mıydı yoksa? Eline baktı, kan değildi. Mona'nın yüzü su içerken rahatsız edilmiş bir geyiğin yüzüne benzemişti şimdi.
"Ben emzikliyim" dedi.
"Nee?"
"Altı aylık bir oğlum var benim."
"Ama..."
"Merak etme, ne evliyim ne de nişanlı, hatta bir sevgilim bile yok."

Dan benliğini Mona'da yitirmek istedi bir kez daha. Oysa bitmişti o an. Mona'nın kendinde biriktirdiği ışık ansızın eriyip yüzünde dağılmıştı. Bulundukları odaya ilişkin algıları gümbür gümbür geri gelmişti. Sağ tarafındaki sızı, duvar kâğıtlarındaki lekeler, kaba etlerine batıp kaşındıran yerdeki kilim, kardeşinin nostaljik bir anı diye sakladığı lamba, sobadan çıkan duman, hepsi, hepsi geri gelmişti. Dan kendini bir hırsız gibi hissetti. Şu anda Skogli'deki evlerden birinde minicik bir oğlan anasını özlüyordu. Bir erkeğin sevgilisi bir başka erkeğin annesiydi. Gözleri nemlendi. Keşke sadece sarılıp oturmakla yetinseydim, diye düşündü.
Levi Henriksen, Kar Yağacak.

3 Aralık 2016

Böyle

Geçenlerde Emine Abla, "Gel sana bir şey vereceğim," demişti. Odasına gitmiştik, çekmecesinden bir şey çıkarıp vermişti: "Al, gözlüğünü silersin." Teşekkür edip almıştım. 

Yıllardır gözlük kullanırım, gözlük silme mendili diye bir şeyin varlığından anca bu yaz haberdar oldum. Kardeşimde varmış. Küp biçiminde küçük bir kutuda her biri kendi ambalajı içinde tek kullanımlık küçük mendiller. Emine Abla'nın verdiğiyse hepsi aynı kutunun içinde yirmi-otuz parça. Görünüşte ıslak mendilden hiçbir farkı yok. Bunlar da ıslak, fakat bizzat gözlük silmek için üretildiklerinden ıslaklık ya da iz bırakmıyorlar. Gözlüğün camına değer değmez kendiliğinden kuruyorlar.

Dün gün içinde, masadan kalkınca gözlüğümü sileyim, dedim kendime, sonra unutmuşum, öylece kalmış. Akşam hatırladım. Müziğin birbirimizi duymayı epeyce zorlaştırdığı bir kafedeydik, oturuyorduk altı-yedi kişi. Karşımdaki kızlardan biri bir ara yanındakilere ıslak mendilleri olup olmadığını soruyordu. Ben de tam o sırada gözlük mendilini çıkarmış gözlüğümü siliyordum. Kutuyu da önüme bırakmıştım. Doğrudan bana sormadığı için bir şey demek istemedim. Fakat kuşkusuz önümdeki kutuyu görmüştü kız. Ne düşündü acaba, diye merak ettim daha sonra. "Benim ıslak mendil istediğimi duymasına rağmen vermedi," diye düşünmüş olabilir. 
***
Masadakilerin hepsi Aze'nin arkadaşı. İçlerinden yalnızca biriyle iki-üç kez karşılaşmışlığım var. Kızlardan biri biraz geç geldi. Kaplumbağası hastaymış ve galiba veterinere götürmüş. Bundan ötürü gelemeyecek dediler ilkin ama sonra geldi. Kaplumbağasının öldüğünü söyledi. Başın sağ olsun, dedim. Banyoda mı beslediğini sordum, galiba evet dedi, hatırlamıyorum. Su kaplumbağasıymış. Evde beslenen kaplumbağaların ne yediğini de bilmiyordum, sordum. Aslında su kaplumbağaları etçil oluyorlar, dedi. Küçük et parçaları, kıyma filan yiyorlar, diye de ekledi. Meğer yanındaymış, çantasındaymış hayvancık. Artık kalkıp evlere dağılacağımız zaman öğrendik bunu. Masadakilerden biri merak edince çıkarıp gösterdi bize. Ben büyük bir şey sanmıştım, küçücükmüş meğer. Kese gibi bir şeye koymuştu, götürüp gömecekmiş.
***
Sakarmeke kelimesini ilk duyuşumun üzerinden belki de yirmi yıl geçmiştir. Bulmacalarda karşıma çıkmışlığı çoktur. Ne var ki sakarmekenin ne menem bir kuş olduğunu bilmiyordum. Doğrusu, bilmediğimi sanıyordum. Meğer şu kafasının ön yüzünde beyaz akıtması olan kara renkli su kuşuymuş. Geçen gün akşam üzeri soğuk havada yürüyesim tuttu, çıkıp göle gittim. Asıl adı Susuz Göleti, etrafta Göksu Gölü diye biliniyor nedense. İçinde çokça sakarmeke yaşıyor. Geçen yıl da aklıma gelmişti, bunların adını bir öğreneyim demiştim, o da öylece kalmıştı. Nihayet o gün eve dönünce üstadımız Google'a "kafasının önü beyaz olan su kuşu" yazdım. Şansıma bak ki sakarmeke en üstte çıkan sayfanın başında duruyormuş. O gün yalnızca sakarmekenin hangi kuş olduğunu değil, aynı zamanda sakar kelimesinin hayvanların başının ön yüzündeki beyazlık, yani akıtma demek olduğunu da öğrendim.

Sayfa başına git