18 Ağustos 2013

Burma Günleri

George Orwell'ı çoğumuz ya Hayvan Çiftliği'nden ya da Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ten tanırız. Her ikisi de modern birer klasik olarak kabul ediliyorlar artık. Hayvan Çiftliği benim neredeyse her yıl okuduğum kitaplardan biridir. Orwell'ın daha az bilinen kitaplarından biriyse Burma Günleri'dir. 


Orwell, Hindistan'da doğmuş, yıllarca da dışarıda yaşamış bir İngiliz. Önemli özelliklerinden biri, yapıtlarında ülkesi İngiltere'nin emperyal politikalarını sert bir dille eleştirmiş olmasıdır. Burma Günleri'nde de İngilizlerin Güney Asya ülkelerinden Burma ya da diğer adıyla Myanmar'daki günahlarını sayıp döker. Bir tür belgesel roman niteliği de var bu kitabın, çünkü Orwell bizzat yaşayıp gördüklerini anlatmıştır burada. 

İnsan Burma Günleri'ni okuyunca zaman zaman "tanıdık" kişilere, kurumlara, olaylara da rastlıyor. U Po Kyin adlı bir adam var örneğin, kendisi öz be öz Burmalı, ama şu sözler ona ait: "Burmalılarla zavallı aşağılık insanlarla görüşmekten bıktım." (s.158). Bizde de diğer pek çok gelişmekte olan ülkede olduğu gibi Batı uygarlığına her zaman antipatiyle bakanlar oldu, oluyor. Evet, Batı sütten çıkmış ak kaşık değil ama onu eleştirirken U Po Kyin gibilerin varlığını da gözden kaçırmamak gerekir. Yalnızca Batı mıdır eleştirilecek olan, içeride hiç mi eleştirilecek kimse yok? Neyse, bu konulara girip fazla dağıtmayalım yazıyı. 

Romanın başkahramanlarından biri Flory adlı bir İngiliz'dir. Orwell, sözünü ettiğim eleştirisini onun ağzından yapar. Flory, Burma'daki İngilizler arasında sağduyuyu temsil eder. Hatta, sağduyulu davranan tek İngilizdir orada. Onunla Dr. Veraswami adlı bir Burmalı arasında geçen bir diyalog şöyledir:  
V: En azından bize yasa ve düzen getirdiniz. Hiç sapmayan İngiliz adaleti ve Pax Britannica (İngiliz Barışı).
F: Pox Britannica (İngiliz Çiçek Hastalığı) Doktor. Onun asıl adı İngiliz Hastalığı." (s. 49)
Bir başkası da şöyle:  
V: "... Uygarlığınızın en kötü yanları bile bizim için ilerleme anlamına geliyor."
F: "... Dünyayı dolaşıp hapishaneler kuruyorlar. Bir hapishane inşa edip bunun adına da ilerleme diyorlar.."
V: "Dostum, gerçekten şu hapishaneler konusunda çok diretiyorsunuz! Yurttaşlarınızın başka başarıları da olduğunu unutmayın. Yollar yapıyorlar, çöllerde sulama sistemleri kuruyorlar, kıtlığı yeniyorlar, okullar açıyorlar, hastaneler kuruyorlar, vebaya, koleraya, cüzama, çiçek hastalığına, zührevi hastalıklara karşı savaşıyorlar..."
F: "Bunları zaten kendileri getirmişlerdi."
...
F: Eğer biz uygarlaştırıcı bir etkiysek bunun tek nedeni daha büyük parçalar koparmak istememiz. Eğer buna değmediğini görürsek her şeyi bir anda çöpe atabiliriz. (s. 50-51)

Eric Arthur Blair,
namı diğer George Orwell
Pedagojide öğrenilmiş çaresizlik diye bir şey var. Dışarıdaki bir güç sizi o denli etkisi altına alır ki, bir zaman sonra o güç tamamen ortadan kalktığında bile onun etkisini ilk günkü gibi üstünüzde hissedersiniz. Etkisi kalıcı hale gelmiştir artık. Flory ile Burmalıların konuşmalarına bakınca bu konu da aklıma geldi doğrusu. Acaba Dr. Veraswami gibi düşünen yerel halkı suçlamalı mıyız, yoksa hoş mu görmeliyiz? Bütün suç İngilizlerde mi, Burmalıların da suçu var mı? Veraswami'ye bakınca işin içine öğrenilmiş çaresizliği sokabiliriz gibime geliyor, ama yukarıda andığım U Po Kyin'i düşününce sanki tüm suç İngilizlerin değilmiş gibi görünüyor. Bu adam kendi halkının kanını –üstelik de büyük bir iştahla– emen biridir. Bir toplumda onun gibiler olduktan sonra İngilizler olmasa bile başkaları gelir, kolera da getirir, çiçek hastalığı da. Böyle düşünüyorum, yanlış mıyım? 

Kitaptan birkaç ilginç pasajla bitirelim yazıyı:
"Yaşamak için boğucu ve bunaltıcı bir dünyaydı bu. Her sözcüğün ve her düşüncenin sansürlendiği bir dünya. İngiltere'de böyle bir atmosferi hayal etmek bile zor. İngiltere'de herkes özgürdür; toplum içinde ruhlarımızı satışa çıkarırız, sonra dostlar arasındayken onları gerisin geri satın alırız. Ama her beyaz adamın despotizm çarkında bir dişli olduğu bir yerde dostluğa bile pek yer kalmaz. Özgür konuşma düşünülemez bile. Başka her tür özgürlüğe izin vardır. Bir ayyaş, serseri, korkak, kalleş, düşük ahlaklı biri olmakta özgürsünüz; ama kendiniz için düşünmekte özgür değilsiniz. En küçük bir önem taşıyan her konuda görüşünüz pukka sahip'in kuralları tarafından size dayatılmıştır." (s. 79)
*** 
"... Bir gün yolda yanlarından bir grup Burmalı geçtiğinde Elizabeth hâlâ onlara alışmamış gözlerle biraz merakından, biraz da rahatsız olarak arkalarından bakıp başka herkese söyleyebileceği bir şey söylemişti Flory'ye: "Şu insanların çirkinlikleri ne kadar rahatsız edici, öyle değil mi?" "Çirkinlikleri mi? Ben Burmalıları oldukça sevimli bulmuşumdur hep..." (s. 133)
*** 
Sahaf Yukarı Burma'nın idare merkezlerini dolaşan gezgin bir kitap satıcısıydı. Uyguladığı satış yöntemine göre elindeki kitap yığınından seçtiğiniz her kitap için ona dört anna ve bir de başka kitap vermeniz gerekiyordu. Ama her kitabı almazdı, çünkü sahaf okuma yazma bilmese de bir İncil'i tanıyıp reddedecek kadar bilgi edinmişti. "Hayır sahip," derdi ağlamaklı bir sesle, "hayır. Bu kitap... siyah kaplı, üzerinde altın harfler olan bu kitabı alamam. Niye olduğunu bilmiyorum ama bütün sahip'ler bana bu kitabı teklif ediyor, hiç kimse de almak istemiyor. Bu siyah kitabın içinde ne olabilir acaba? Kötü bir şeyler olduğu kuşkusuz." (s. 243)
*** 
Burma’da her yıl yaklaşık sekiz yüz kişi öldürülür; bunun hiçbir önemi yoktur; ama bir beyaz adam’ın öldürülmesi canavarlıktır, kutsal şeylere karşı işlenmiş bir suçtur. (s. 262). Yanlış adamı asmak hiç adam asmamaktan çok daha iyidir. (s. 265). Sizin mahkemelerinizde bizim için adalet olmadığını biliyoruz, onun için Ellit’i kendimiz cezalandırmak zorundayız. (s. 272).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuzda bir web sayfasına bağlantı vermek istiyorsanız buraya bakabilirsiniz.

Yorumlarla ilgili notlar için buradaki sayfanın sonuna bakabilirsiniz.

Sayfa başına git