17 Ocak 2014

Erteleyip durmak

Sanırım kendime biraz kızmam gerek, pek çok şeyi ertelediğim için. Günümüz filozoflarından Alain de Botton erteleme üzerine bir şeyler yazmış mıydı, yoksa bana mı öyle geliyor? Bir bakınayım, yazmışsa bir an önce okuyayım. (Bak gördün mü, bu "bir bakınayım"da bile bir erteleme gizli). De Botton demişken, onun Felsefenin Tesellisi'nin bir bölümünü üç yıl önce bir kütüphanede ayaküstü okumuştum, tamamını daha sonra okuyacaktım güya, ne oldu... Ertele dur... 

Blogda şu anda seksen civarında kayıt var yayımlanmayı bekleyen. Aklıma bir şeyler geliyor bazen, unutmayayım diye bir iki ilgili şey yazıyorum, çoğunlukla da geçici bir başlık atıyorum, öylece kalıyor. Bazen de uzun uzadıya yazıyorum ancak içime sinmiyor, daha sonra dönüp bir daha bakmak üzere kaydet düğmesine basıyorum, o da öylece kalıyor. Fena olmadığı halde daha iyi olabilir diye düşünüp de taslak olarak bıraktıklarım da yok değil. Tabii bir de biraz araştırma isteyen konular var, onlar da yine o araştırma yapılıncaya dek taslaklar arasına konuluyor ve öbürleri gibi öylece kalıyor. Sonuç? Seksen kadar yayımlanmayı bekleyen yazı vs. Bu taslakların kimi şanslı çıkıyor, fazla beklemeden yayımlanıyor, kimiyse, deyiş yerindeyse, sanal alemin raflarında tozlanmaya yüz tutuyor. Ama ne olursa olsun, hiçbiri daimi olarak orada durmuyor, ama erken ama geç, zamanı geliyor ve her biri muhakkak yayımlanıyor.
***
Birkaç yıl önce bir sahafta Drakula'nın hayatını anlatan bir kitap bulmuştum, on yıl oluyor galiba, o zamanlar tarihi kitaplara ilgim de bugünkünden fazlaydı, arka kapağını okur okumaz almış ve o hafta okumuştum kitabı. Ondan üç-dört yıl sonra ikinci kez, son olarak iki yıl önce de üçüncü kez okudum. Drakula'nın hayatı dediğim, gerçek Drakula'nın hayatı, aklınıza vampir filan gelmesin. Kitap, akademik bir çalışma olsa da akademik bir dille yazılmamış. Çok beğenince, burada yayımlamak için bazı notlar aldım, alıntılar yaptım kitaptan. Ne var ki, dediğim gibi, öylece kaldı o da. Sonra, birkaç ay önce internette rastladım, efendim, Muhteşem Yüzyıl'a rakip mi geliyormuş, neymiş, Fatih'in hayatını anlatan bir dizi başlıyormuş yakında, vatandaşın biri de, "Ben dizide Radu'yu oynuyorum" demiş. Okuyunca aklıma unutup kaldığım o notlar, alıntılar geldi haliyle, oracıkta biraz kızdım da kendime, çünkü Radu dediği adam Drakula'nın kardeşi, Radu varsa mutlaka Drakula da vardır, diye düşündüm ve dizinin çıkmasından sonra iki yıldır bekleyen notlarımı blogda yayımlamanın da bir anlamının olmayacağını söyledim kendime. Sonuç olarak taslak olarak kalmaya devam etti o Drakula notları da. Neyse ki, az önce baktım, dizi beklenen ilgiyi görmemiş ve yayından kaldırılmış. Ne güzel ne güzel... O zaman ben yarından tezi yok bir gözden geçirip burada yayımlayayım o notları.

Bu bir, gelelim ikincisine. Yayınevleri konusunda da bir şeyler karalamak istemiştim. Geçen yılın mayısında, sekiz ay önce taslak olarak kaydedilmiş. "Kirpi, koca gagalı karga, kırmızı kalp, dinozor. Bunlar Türkiye'nin en iyi yayınevleri," diye başlamış, o paragrafı bitirip öylece bırakmışım. Yayınevlerinin logolarından, tarihlerinden, yayımladıkları nitelikli kitaplardan vs. bahsedecektim. Bu dördünü seçmemdeki önemli nedenlerden biri, bunların geride bıraktığımız yirmi-otuz yılda yakalayıp sürdüregeldikleri istikrardı. Nitekim yazıyı yazdığımda İletişim, Metis ve Can otuz, Ayrıntı'ysa yirmi beş yaşını doldurmuştu. Neyse efendim, işte geçen gün gördünüz, Can Yayınları logosunu değiştirdi, gerçi yanda da görüldüğü gibi kırmızı kalp gitmedi, ama asıl büyük değişikliği beyaz kapaklara elveda demekle yaptı yayınevi. Bundan böyle yayımlanan her kitaba içeriğine uygun bir kapak tasarlanacakmış. Böylelikle bu da kendime kızmam için bir vesile oldu işte, yazmadım yazmadım, sonunda adamlar logoyu değiştirdi. 

Üçüncüsü de var... Malum, taptaze gündem konularımızdan biri Haşhaşiler. Dilbilime, etimolojiye olan merakım blogdan anlaşılır zaten, birkaç ay önce Doğu dillerinden İngilizceye geçmiş olan kelimeler üzerine bir şeyler yazmayı tasarlamıştım. Biraz düşünmüş ve aklıma gelenleri yazmıştım. Biri özel isim olmak üzere sekiz kelime bulmuştum. İşte onlardan biri de Haşhaşiyyun kökünden evrilmiş olan assasin'di. On tane olsun bari, diyerek, nasıl olsa aklıma birkaç tane daha gelir düşüncesiyle onu da taslaklar arasına kaydetmiştim. Evet, o da öylece kalakaldı. Ve işte, baktım bazıları yazmış bile Haşhaşi - assasin ilişkisini, ben de yine kendime kızacak oldum tabii, ne demelere erteleyip duruyorum? Fakat aklıma daha fazlası gelse de gelmese de bu konuyu da en kısa sürede yazacağım. 

Diyeceksiniz ki, senin aklına gelen şey başkasının da aklına gelebilir. Elbette öyle. Drakula'yı anlatan o kitabı yalnızca ben okuyacak değilim. Sözü geçen yayınevleri üzerine söyleyecek iki sözü olan benden başka insanlar da var tabii ki. Kelimeleri sevmek de yalnızca bana özgü bir iş değil. O halde? Benim meselem bu değil aslında. Benim canım bir şeyleri erteleyip duruyor oluşuma sıkılıyor. Ama biliyorum ki bu yalnızca benim sorunum değil, çağımızın bir tür hastalığı bu da, orada burada okuyoruz.

Her neyse, salondan çağırıyorlar, yemek soğuyormuş, bunu ertelemeye gelmez şimdi. Bu arada, "her neyse" gibi bu kurtarıcı sözler de olmasa ne yapacağız acaba, düşündünüz mü hiç?

Neşeli Ayaklar'ı izlemişsinizdir, yaşlı penguenlerden biri ne diyordu: "Ne olursa olsun yumurtanızı düşürmeyin." İlgisiz olacak ama, siz siz olun, elinizden geldiğince hayatı ertelemeden yaşayın. İçimden bir ses de, sen önce kendine bak, diyor ya, neyse.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuzda bir web sayfasına bağlantı vermek istiyorsanız buraya bakabilirsiniz.

Yorumlarla ilgili notlar için buradaki sayfanın sonuna bakabilirsiniz.

Sayfa başına git